Burak Cop: “Ergenekon şov davasına dönüştü”

Jiyan’daki röportajlar serisine, NTVMSNBC’deki siyasi analizlerine devam etmekte olan Siyaset Bilimci Dr. Burak Cop ile devam ediyoruz. Cop’la seçimler sonrası Türkiye’yi, AKP’ye duyulan güveni ve sonrasını konuştuk.

Söyleşi: Sarphan Uzunoğlu

Türkiye’de seçimler %50’lik bir AKP zaferiyle sona erdi. Kamuoyu araştırmaları Tayyip Erdoğan’a %70’lik bir güveni işaret ediyor. Generaller hükümetin baskısıyla emekliliklerini istediler. Ne değişti, ne değişiyor?

Yeni bir döneme girmiş değiliz. AKP’nin 2007 seçim zaferinin ardından başlayan devlet aygıtına hakim olma ve günümüzde parti-devlet bütünleşmesi hâlini almış bir süreç, tabii ki artan bir ivmeyle, devam ediyor. Bu sürece 4 yıldır eşlik eden yan süreçler de var ve bunlar da devam ediyor. Ordu içindeki darbeci veya darbe niyetlisi unsurlar tasfiye edilirken bunların sivil işbirlikçileri de hapse atıldı. Ancak Ergenekon davası zaman içinde git gide, İngilizce’deki tabirle “show trial”a, şov davasına dönüştü ve siyasi muhaliflerin tasfiyesi amacının güdüldüğü izlenimimiz ağır basmaya başladı. Arada alakasız insanların da aynı örgüte üye olmakla suçlandığını gördük, işte mesela Emniyet’teki Fethullahçı örgütlenme hakkında kitap yazan gayet sağcı (başka ne olabilir ki zaten) bir emniyet müdürüyle sol/demokrat görüşlü araştırmacı gazeteciler de kendilerini Doğu Perinçek’le aynı davada yargılanırken buldular.

Bir diğer yargısal yan süreç, devam eden Balyoz davası. TSK’nın 50 yıllık “cv”si göz önünde bulundurulunca iddia konusu suçlamalar ve sanıklar, ordu muhipleri dışında kimseyi şaşırtmamıştır herhalde. Ama geçen yılki ve bu seneki YAŞ’larda olanlara da bakınca, Balyoz davasının orduda geniş çaplı bir temizliğin yürütülerek iktidarın emrinde bir yapının yaratılmasına hizmet ettiği, bu bağlamda epeyce çekiştirilip sündürüldüğü anlaşılıyor. Yanlış anlaşılmasın, günümüzde baştan sona kapitalizmin egemenliği altındaki dünyada 200 küsur ülkeyi çok kabaca demokratik olanlar ve olmayanlar olarak ikiye ayıracaksak, bu ayrımdaki turnusol kağıtlarından biri de ordunun siyasi iktidarın emrinde olup olmamasıdır. Türkiye bu açıdan ileri gitti ama demokrasinin diğer göstergeleri diyebileceğimiz hususlarda AKP yönetimi altında ya yerimizde saydık ya geriye gittik. Benim izlenimim ya da şüphem diyelim, suret değeri (“face value”) itibariyle meşru olan bu amaç için Balyoz soruşturması ve davasının istismar edildiği.
Peki tüm bu davalar sürecinde medya nerede? Ne işlev görüyor?
Olanlardan biri de medyanın tek seslileştirilmesi. Bu da 2007’de başlayan ve
günümüzde tüm hızıyla süren bir şey. Dürüst olmak gerekirse 2007 seçimlerinden sonra Emin Çölaşan muhtemelen iktidarın baskısıyla Hürriyet’ten kovulduğunda içim soğumuştu. Ama şimdi öyle bir noktaya geldik ki artık Ferai Tınç da barınamıyor o gazetede. Daha bir sürü ve çok daha çarpıcı örnekler var biliyorsunuz.
 Diğer kurumlar nerede? İşlevleri konusunda bir fark olduğunu söyleyebilir miyiz?

Türkiye’de rejimin otoriterleşmesi ve bu bağlamda gücün tek elde toplanması, yürütmenin yargı üzerinde kontrol kurması da devam edegelen bir süreç. 2010 referandumu bu bağlamda bir kilometre taşı oldu çünkü referandumdan bir ay sonra HSYK tamamen iktidarın kontrolüne geçti, akabinde Yargıtay ve Danıştay’ın başlarına da hükümetin tercih ettiği isimler geldi (Bülent Arınç da mutluluğunu “Allah verdikçe veriyor” diye ifade etti). CHP’nin, övgüye layık meclis boykotunu yandaş medyanın uyguladığı basınç ve Baykal’ın dahiyane görüşleri doğrultusunda sonlandırmasının ardından, Ergenekon davasında pek çok sanık için tahliye isteyen mahkeme başkanının Bolu’ya atanması da adeta ana muhalefete yapılan bir nanik oldu. İktidar CHP ile dalga geçti.

Tüm bunları nasıl yorumlamalıyız? Bize çizilen olumlu değişim tablosu bir yalandan mı ibaret?

Yani değişen bir şey yok, değişimin devamı var. Türkiye’de artık analizlerde emperyalizmden bahsetmek yerine askeri vesayetten bahsetmek çok daha modaya uygun. Hatta emperyalizm dediğiniz zaman size “vay pis ulusalcı” diye bakan pek çok liberalimsi var. Türkiye’de ordunun geçmişte siyasi bir ağırlığı olması ile artık olmamasını, tabii ki iç etmenleri asla göz ardı etmeden, Türkiye ekonomisinin ve ulus-devletinin emperyalist sistemdeki yerini dikkate alarak yorumlamak elzemdir. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra CHP hükümeti Türkiye’yi Amerikan emperyalizmine eklemledi, Marshall yardımı alındı, Truman Doktrini kabul edildi, Amerikalı uzmanların önerileri doğrultusunda hazırlanan ve sonradan DP tarafından da titizlikle uygulanacak olan “Türk Kalkınma Planı” kabul edildi. 1950’den sonra biliyorsunuz, önce Kore’ye asker gönderildi, 1952’de NATO’ya girildi. Türk ordusu bir NATO ordusudur ve bu onun niteliklerinin (bu nitelikler her neyse) temel belirleyicisidir.

Peki bu NATO ordusu’nun yaptığı darbeler? Ordunun bir sonraki süreçte konumu sizce ne olabilir?

Türkiye’de her 3 darbe de ABD’nin bilgisi dahilinde yapıldı, hani her 3 seferde de aynı yoğunlukta ABD’nin çıkarına olmasa da, en azından Amerikan onayıyla yapıldı. ABD izin verince darbe yapan TSK, ABD izin vermeyince yapamamıştır, özünde bu kadar basit. MGK Genel Sekreteri Tuncer Kılınç 2002’de kalkıp “İran’la Rusya’yla yakınlaşalım” dediğinde herhalde Ankara’daki Amerikan sefaretinde birileri kahkahayla gülmüşlerdir.

Aslında ordu Türkiye’deki siyasi ağırlığını kaybetmeye 1990’larda başlayabilirdi ama Kürt ulusal hareketine karşı yürütülen savaş, ve bilhassa bu savaşın kirli boyutları, ordunun 90’larda ağırlığını korumasına olanak verdi. Hatta 1997’de “yumuşak” bir darbe bile gerçekleştirebildi. Ama bunlar kaçınılmaz sonu yalnızca 3, 5 veya 10 yıl ileri atan hamlelerdi.

Türkiye’de kapitalistleşme sürecinde ithal ikameciliğin vadesinin dolması ve daha yoğun sermaye birikimine gidilmesi ihtiyacı, bunun için de işçi sınıfının ezilmesi, ki zaten 1970’lerin sonunda başladı dünya ekonomisindeki neo-liberal safha… 12 Eylül darbesini bunlardan asla ayrı düşünemeyiz. Demirel’in 24 Ocak 1980’de ilan ettiği dönüşüm paketinin uygulanması için devlet otoritesinin güçlenmesi, gerektiğinde sendikaları ezmesi gerekirdi, ama zaten mecliste zayıf olan Demirel hükümeti 1978’den beri epeyce iç savaş koşulları altında yaşayan ülkede şiddetin daha da artmasına engel olamadı. Sıkıyönetim koşullarının iyice sıkılaştırılması ve hükümetle ordunun ortak iradesiyle yapılan Fatsa operasyonu (Temmuz 1980) gibi şeyler orduyu “kesmedi”, zaten komutanlar da belli ki “koşulların olgunlaşmasını” heyecanla bekliyordu. Darbe oldu, gerisini biliyorsunuz. Demirel’in 24 Ocak kararlarını hazırlattığı DPT Müsteşarı Özal askeri rejimin Başbakan Yardımcısı oldu.

“Sermaye Evren’in ekip Özal’ın sürdüğü tarlada palazlandı”

Ne oldu da NATO’nun Ordusu’na ihtiyaç kalmadı? Türkiye’de bir sabit güç olarak TSK’nin güçsüzleştirilmesinin ardında yatan sebep ne?

Bugün komutanların YAŞ öncesi istifa etmek zorunda kalmaları raddesine kadar varan ordunun depolitizasyon süreci aslında paradoksal bir şekilde 12 Eylül 1980’de başladı. Nasıl diyeceksiniz. Ben de diyalektik diyeceğim. 12 Eylül’le Türkiye’nin kapitalist/emperyalist sistemdeki yerinin konsolide edilmesi, ordu için 30 yıl sonrasının mezar kazıcısı olmuştur. Türkiye’nin kapitalistleşme sürecinin ülkenin Batı ile bağlarını güçlendirmesi, Avrupa entegrasyonu içinde kör topal, eksik gedik de olsa yer alması, Evren’in ekip Özal’ın sürdüğü tarlada AKP’nin ve sırtını dayadığı sermaye sınıfının palazlanması, solun ezildiği bir ortamda kendini dikensiz gül bahçesinde bulan, dahası arkadan itilen Siyasal İslam’ın önce iktidara talip olup, sonra ortak olup, 2007’den beri de yerleşip kökleşmesi… Ordu 1980’de darbe yapmasaydı ve ardından bildiğimiz rejimi kurmasaydı tarih, en azından kısmen, bu anlattıklarımdan daha farklı yaşanabilirdi. Uygulanan ekonomi politikaları sonucu belli bir toplumsal ve iktisadi gelişmişlik düzeyine gelen, AB’yle bütünleşme süreci yaşayan ve Soğuk Savaş’ın aksine açık otoritaryanizmin ve darbeciliğin ABD tarafından desteklenmediği bir dünyada söz gelimi 28 Şubat darbesi de genel trendin aksi yönünde bir hamleydi. 28 Şubat emperyalist sistem tarafından tolere edildi ve hatta kısmen desteklendi, ama “zamanın ruhunu” (bu tabiri de sevmiyorum ya neyse) anlamaktan aciz generaller yapıp ettikleriyle deyim yerindeyse “kendilerini bilmeyerek”, 1000 yıl süreceğini söyledikleri bir süreci 10 yıl bile devam ettiremediler.

Peki TSK’nin yeni kadroları ne değiştirecek? Ortaya çıkacak şeyden ne ummalıyız?

Emperyalizme bağlılık ve memleketin ilerici siyasal güçlerine düşmanlık konusunda yeni orduyla eskisinin hiçbir farkı yok. Sadece, kendine liberal veya demokrat diyen pek çok sağcı köşe yazarının orduyu daha çok beğendikleri bir döneme girmiş bulunuyoruz. Eski ordu da, yani AKP’yle itişen ordu da aslında Türk devletinin en küresel cihazlarından biriydi. Dünya çapında NATO operasyonlarında etkin rol alan, zaten NATO’nun en kalabalık ikinci ordusu olma niteliği haiz bulunan, pek çok gelişmekte olan ülkenin ordularının mensuplarına eğitim veren, silah alımı ve modernizasyonu gibi faaliyetlerden ötürü uluslararası silah tekelleriyle ve dolayısıyla onların bağlı oldukları ülkelerle içli dışlı ilişkileri bulunan bir yapıydı. Şimdi AKP’nin tek-parti rejiminin, parti ve devlet bütünleşmesinin epey yol aldığı rejiminin ihtiyaçları doğrultusunda bir yeniden yapılanma geçiriyor ve geçirecek. Emperyalizmin bölgesel operasyonlarına daha hızlı ve etkin katılımı söz konusu olacak. Siyasi aktör niteliğinin haiz olduğu devir boyunca dönemsel olarak alabildiği kimi özerk yahut ayrıksı tutumları alamayacak. 1 Mart tezkeresinden sonra ordunun ABD’yle ilişkilerinin kötüleştiğini biliyoruz. Bir 4-5 yıl kadar ordu Irak Kürdistanı’na eskiden olduğu gibi dalıp çıkmak, bombalamak, operasyon yapmak, Kürdistan yönetiminin zeminini oymak istedi ama ABD bunlara izin vermedi. Kamuoyunda estirilen anti-Amerikan havanın arkasındaki ana motor orduydu o dönemde, tabii bu ihtiyaç ortadan kalkınca da bıçak gibi kesildi memleketteki anti-Amerikan rüzgar. Ergenekon süreciyle tasfiye edilen unsurlara baktığımız zaman bunların dünyadan haberi olmayan ve Avrasyacı hülyaları bulunan, kendilerince Amerikan karşıtı tipler olduklarını görüyoruz. Dolayısıyla yapılan temizlik, TSK’nın “fabrika ayarları” göz önüne alınınca, kısmen de bir arınma, safra atımı… Ama kısmen. Türkiye’de artık ordunun siyaset üzerindeki vesayetinin v’si bile kalmamıştır. Bunu son istifa olayına bakarak söylemiyorum. Bu son olay öncesinde de çoktan tükenmişti.

Profesyonel ordu Türkiye’de egemen sınıfların da, onların farklı fraksiyonlarının farklı şekillerle bağlantılı oldukları emperyalist düzenin de ihtiyacı ve talebi. Hatta gecikti bile bu doğrultudaki dönüşüm. Profesyonellik sadece zorunlu askerliğin şu an için belirsiz bir gelecekte tamamen ortadan kalkacağı bir süreç boyunca kısaltılması ve kolaylaştırılması anlamına gelmiyor. Profesyonel ordu aynı zamanda siyasi otoritenin emrinde, özünde Orman Bakanlığı personelinden bir farkı bulunmayan, ihtiyaç hasıl olduğunda yurtiçi ve yurtdışı operasyonlarda hızlı ve etkin biçimde harekete geçirilecek bir ordu. Gerçi yurtiçi derken, anlaşılan o ki Türkiye’nin yeni askeri konseptinde klasik ordu yurtdışı görevlere ve “vatan savunmasına” bakarken; buna karşılık içerinde “terör”e karşı askerleşmiş seçkin polis güçleri, özel jandarma birlikleri ve belki de sınırları korumakla görevli gene bir takım özel birlikler kullanılacak. Uzun lafın kısası, ordudaki dönüşümün özünde KİT’lerin özelleştirilmesinden bir farkı yok. Sıra en son ona geldi, ama geldi.

“İktidarın yeni askeri konseptini Hüseyin Gülerce açıkladı”

Herkes iç savaştan bahsediyor. Necdet Özel’in kimyasal silah kullandığı, savaş suçlusu olduğu iddiaları var. Tüm bu şartlar altında TSK’nin yeni stratejisinin biraz da PKK’yle savaş üstüne şekillenip AKP’nin doğudaki mutlak hakimiyetini oluşturma konusunda bir adım olacağı söylenebilir mi?

Şu anda Türkiye’yi yöneten ve yeniden yapılandıran iktidarın yeni askeri konsepti, Kürkçü yoldaşın Radikal İki’deki yazısı vesilesiyle haberdar olduğum bir Hüseyin Gülerce yazısında, ki biliyorsunuz kendisi malum zümrenin ve ruhani liderlerinin sözcüsüdür, şöyle anlatılıyor. İzin verirseniz okuyayım: “Yeni Türkiye, terörün belini bu defa kıracak. Bu defa yetki, sorumluluk, inisiyatif sivil hükümette olacak. Gulyabaniler, çeteler, karanlık odaklar kontrolünü kaybedecek. Terörle ilk defa, ‘Büyük Türkiye’ye yaraşır bir mücadele verilecek. Devletin gücünü zaafa uğratanlar devre dışı kalınca, sivil iradenin kontrolündeki polisin, jandarmanın, özel askerî birliklerin ahenkli çalışmalarıyla neler yapılacağını dost düşman herkes görecek (…) PKK, KCK, BDP, Kandil hepsi, 14 Temmuz’da ilan ettikleri ‘demokratik özerklik’in kendi kendilerine gelin güvey olmaktan öte hiçbir anlamının olmadığını görecekler… Çünkü Kürt sorunu, ırkçı-despot zihniyetlerin dayatmasıyla değil, ferdin hürriyetleri, insanı öne çıkaran özgürlük anlayışı ile çözülecek.”

Yani… Yeni Türkiye Cumhuriyeti yenilenmiş yüzü, enstrümanları, dili, “cephaneliği” ve zihniyetiyle Kürt ulusal hareketinin karşısına çıkacak. Budur.

AKP’nin ‘Yeni Türkiye’sine ne olacak?

Bu Yeni Türkiye tabiri biliyorsunuz ki düzen muhaliflerinin pejoratif anlamda kullandığı bir şey değil yalnızca. Hatta ilk kullananlar da bizler değiliz. İktidarın sözcüleri asıl bu kavramı ortaya koydular. Bu Yeni Türkiye sizin de sorunuzda değindiğiniz gibi Erdoğan’a yüzde 70 oranında güven duyan bir ülke. Hem Konda’nın son araştırması, web sitelerinde mevcuttur, hem de bizim disiplinin Türkiye’deki üstadlarında Prof. Yılmaz Esmer’in “2011 Türkiye Değerler Araştırması” bu ülkenin halkının fotoğrafını çekiyor. Konda’nın araştırmasında görüyoruz ki, hatta durun sayfasını da söyleyeyim… Evet, 6. sayfadaki grafiğe göre Mart’ın son haftasında YGS’de şifre olayı patlak verdiğinde AKP oylarında halihazırda çok küçük bir düşüş trendi varmış, Nisan’da yüzde 50.1’e inmiş, Mayıs’ta 49.5’e. Seçimde de 49.9 aldılar zaten.

Bu bize neyi gösteriyor?

Polis şiddeti gibi, Erdoğan’ın muhtelif konularda padişahvari esip gürlemeleri gibi, basına baskı uygulanıp gazetecilerin hapse atılması gibi konuların halkın umrunda olmaması bir yana, insanlar çocuklarının geleceğinin çalınması karşısında bile iktidardan uzaklaşmıyorlar. Şifre skandalı öyle bir şeydi ki; şu inançtan veya bu inançtan, şu görüşten veya bu görüşten, şu gelir düzeyi yahut bu gelir düzeyinden herkesin çocuğunu hedef alan bir tertipti. Sayılarının dört basamağa ulaşacağı şüpheli çok küçük bir azınlık hariç. Yani o şifreye kaç aday sahipti ki, 2000 değildir… Yani insanlar hallerinden fazlasıyla memnun. Bu memnuniyetin fotoğrafını da Yılmaz Esmer’in başında bulunduğu ekip çekiyor:

Türkiye halkının ideolojik istikameti sağ olagelmiş. Rapor şunu söylüyor: “2011 ise, kendisini siyasal yelpazenin sağında tanımlayanların en yüksek noktası oldu”. Rejimin otoriterleşmesi ve medyanın tek seslileşmesine halkın bigane kalışını ise şu tespit üzerinden anlamlandırabiliriz: “Siyasete demokratik katılım konusunda halkın geleneksel çekimserliği artarak sürüyor. Türk halkı, toplu bir dilekçeye imza koymaktan bile ciddi boyutlarda çekiniyor. “Kesinlikle toplu dilekçe imzalamam” diyenler, 1990’dan bu yana yaptığımız ölçümlerin en yüksek düzeyine ulaştı”. Herkesin acaba telefonum dinleniyor mu diye düşündüğü bir korku imparatorluğuna dönüştüğümüz eleştirilerini destekleyen veriler bunlar. Ve halk ekonomik gidişattan da, hayatından da memnun: “Türk halkınının genel mutluluk düzeyi 2001 ekonomik krizi ertesinde dip yapmıştı. Bu tarihte, mutlu olduğunu (çok mutlu+biraz mutlu) söyleyenlerin oranı sadece %59 idi. Son araştırmada ise, mutlu olanların oranı %77 olarak bulundu”. İç karartıcı bir veri de şu: “Halkın büyük çoğunluğu demokratik yönetimden yana olduğunu belirtirken, dünyanın hemen her ülkesinde olduğu gibi, bizde de demokrasi konusunda kafalar hayli karışık (…) Türkiye’de, %63’lük bir oran “parlamento ile, seçimlerle uğraşmak zorunda kalmayan güçlü bir lidere sahip olmanın” iyi olacağı görüşünde”

Peki ya MHP’nin AKP ile uzlaşacağı ön görüldüğünde BDP ve CHP’nin konumu ne olacak?

Bu tablonun ışığında CHP ve BDP için uzun uzadıya analiz yapılır da, sosyalist sol için şunu düşünüyorum: Halkı da böylesine dönüştüren Yeni Türkiye’de gedikler açmak için 2014 yerel seçimlerine şimdiden hazırlanmaya başlamak gerekiyor. Pek çok yerelde sürpriz başarılar elde etmek için nerelere yüklenileceği, kimlerin aday gösterileceği, ne gibi bir programla seçmen karşısına çıkılacağı konusunda sosyalist solun şimdiden kendi arasında istişarelerde bulunması, şimdiden kolektif bir hazırlığa girişmesi, komiteler kurulup raporlar yazılması vesaire gerekiyor. Seçim sathı mailine girilince bu olgunlaşmış çalışmalar kimi yerellerde BDP ile, hatta birkaç yerde CHP ile dahi ortaklaştırılabilir.